Eski Türkiye’nin üzerinde taşıdığı en büyük yük, tüm vesayet biçimleri ve hukukun üstünlüğünün ihlali olmuştur. Bürokratik, kamusal ve sivil vesayetler bu yükün farklı yüzleridir.
“Sivil toplum” kelimesi, belirli kesimler için büyük bir rahatsızlık kaynağıydı. Zira bu kesimler, oluşturdukları konfor alanlarına kimsenin müdahale etmesini istemiyorlardı. Bu alanın büyülü cazibesi, zamanla fetişizme ve faşizme dönüşmüştü.
Bu yapılar için en büyük tehdit ise sivil toplumun varlığıydı.
Vesayetçi zihniyete sahip her grup, kendini ülkenin kurtarıcısı olarak görüyor, yüksek yargı, üniversiteler, bazı sivil toplum kuruluşları, cemaatler ve çeşitli örgütler aralarında bir dayanışma oluşturuyordu.
Her fırsatta, “ülke kötüye gidiyor, dur denilmeli, milletimiz bizim müdahalemize ihtiyaç duyuyor, irtica, gericilik, yobazlık gibi” klişe söylemlerle seslerini yükseltiyorlardı. Ne yazık ki bu düşüncelere yandaş bulmakta da zorlanmıyorlardı.
***
Aynı dönemde, 12 Eylül darbesinin hemen ardından başlayan, daha önce de temelleri atılan bu atmosferin ciddiyetini 50’li yaşlarını aşmış olanlar iyi bilmektedir.
Bu ülkenin kaderi, her şeyin her zaman yolunda gitmemesi üzerine kuruluydu.
Geriye dönüp baktığımızda…
Son 25 yılda yaşanan küresel ve bölgesel gelişmeler, 1960’lardan bu yana bazı farklılıklar taşısa da, nitelik olarak benzer izleri bünyesinde barındırıyor.
Özneleri değiştirmek, fotoğraf karesini etkilemeyecektir.
Son yıllardaki sivilleşme ve demokratikleşme girişimlerini bu gerçeklerin gölgesinde değerlendirip anlamak zorundayız. Dört bir yanı sıkıntılarla çevrelenmiş olan ülkemizin bu çabası, 1970’lerde kaybedilen bağımsızlık arzusunu yeniden yakalama çabasını yansıtıyor.
Bu çaba haklı ve gereklidir; bu yolda durmamak bir hedef haline gelmelidir. Bu süreçte, içeride ve dışarıda olumlu yönde değer üreten her türlü tartışmaya önyargısız bir şekilde yaklaşılmalıdır.
***
Devlet, merkezi güç dinamiklerinin bir odak noktasıdır.
Bu, böyle olmalıdır.
12 Eylül 1980 sonrası her on yılda bir yaşanan (28 Şubat, 27 Nisan, hendek olayları, Gezi olayları, 15 Temmuz darbe girişimi) kaos planları, bu gücü dağıtma amacı taşıyan senaryolar olarak tasarlanmıştır ve iç dinamikler tarafından hayata geçirilmiştir.
Dış dinamiklerin kimler olduğu ve ne talep ettikleri bilinirken, iç dinamiklerden gelen piyonlar da hedefleri doğrultusunda hareket ediyordu.
Türkiye’deki tüm darbe süreçlerinin temel taşı ise CHP olmuştur; 1950 yılında istemediği halk iradesini, bugün de kabullenmemektedir.
Altılı Masa’nın trajedisi, kurultay tartışmaları, İBB meseleleri, İmamoğlu’nun öne çıkışı, gerilim üslubu ve Özel’e yönelik tartışmalı tavırları, tüm bu olguları bir araya getiren unsurlar olarak değerlendirilebilir.
Seçkinci, yukarıdan bakan elitist bir tavırla vesayetçi siyasetini günümüzde de sürdürmeye çalışmaktadır.
***
Küçük adımları sevmez toplumumuz. Yerinde saymak onu rahatsız etse de, büyük adımları konuşmayı tercih eder. Büyük, abartılı işler yapmayı konuşarak geçiren bir yapıdadır.
Ülkeyi kurtarabileceğini düşünen ama kendi sorunlarıyla yüzleşmeyen pek çok insan, kahvehanelerde ve parti toplantılarında bolca bulunmaktadır.
Okumadan, her konuyu bildiğini savunur.
Küçük dünyasında, her şeyi çözmüş, dost ve düşmanı net bir şekilde ayırmıştır.
Hatta dün sevdiğine bugün küsebilir. Zira algısı her daim kolay maniplasyona açıktır. Akıllı bir tutum sergileyip, zihnini kiraya vermekte bir sıkıntı görmez.
Kendisine ait bir siyasi yapı iktidarı kaybettiğinde, yeni gelen yönetime duyduğu hayranlık da değişmeyecektir. Bunu bilir ama vasatizm anlayışı, onun için geçerlidir; böyle inanmak işine gelir.
***
Merhum İdris Küçükömer’in derin bir düşünceyle ortaya koyduğu tespitleri yeniden hatırlatmakta fayda var:
“…Burada başka birine kıyasla daha akıllıca ve deneyimli olan iki grubun davranışlarını inceleyeceğim: Açık tutucular (statükocular) ve kapalı tutucular (isterseniz bunlara ‘uyutarak tutucular’ da diyebilirsiniz.) Birinci grup, belirli siyasi tutumları ile halk egemenliğinin açık muhalefetini sergilemektedir; hem de halk egemenliği adına muhalefet ederek! İkinci grup, yani kapalı tutucular ise, temelde CHP ve etrafındaki unsurlardır…” (İdris Küçükömer, Cuntacılıktan Sivil Topluma, Bağlam Yayınları, 1994)
***
Toparlamak gerekirse…
Üç çeyrek asır boyunca topluma salt ezberletilen yollar tıkanmış durumdadır. Zorlu bir süreç yaşansa da, günümüzde ekonomik ve politik özgürlükler konusunda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Geleneksel çaresizliğin yerini, devrim niteliğinde reformlar almıştır. Bu özgüvenin sürdürülebilir olabilmesi için hukuki yapıya odaklanılması öncelikli bir gereklilik haline gelmiştir.
Azınlığın hukukundan ziyade, milletin hukukunu öncelemek, temel bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her türlü vesayetin kalıcı olarak yok edildiği varsayıldığında…
Darbe süreçlerinin sona ermesi, bölünme endişelerinin giderilmesi, işgal projelerinin iflası ve kaynak mücadelelerinin geride kalması, sistemin ‘zembereği kırık olan’ parçalarını tekrar hayata geçiren anlayışların tarih sahnesinden silinmesi önem kazanmaktadır.
Tüm bunların yanında, gerçek bilgiye ulaşabilmek, en acil ihtiyaçlarımızdan biridir.
Eğer toplum, kadim hakikat ve bilgiden uzaklaşırsa…
Akif’in belirttiği noktada da daima çatışmalar içinde kalırız:
“Hak sillesinin sedası yoktur
Bir vurdu mu hiç devası yoktur…”