Siyasi partiler, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarındandır. Bu nedenle, bir partinin iç işleyişine dair ortaya çıkan şüpheli iddialar, sadece o partiyi değil, demokrasinin genel sağlığını da olumsuz etkiler.
Türkiye’nin köklü siyasi partilerinden olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 38. Olağan Kurultayı ile ilgili yargıya intikal eden iddialar, Türkiye siyaseti açısından önemli bir tartışma konusu haline gelmiş durumda.
İddiaların parti mensuplarınca dile getirilmesi ve dosyaların partili kişiler tarafından açılması, tartışmalara önceki Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun da dahil edilmesi, “mutlak butlan” beklentilerini artırdı ve konunun ciddiyetine dair dikkat çekti.
Bunun yanı sıra, kurultayın çevresinde dönüp dolaşan tartışmaların merkezinde, görevden uzaklaştırılan ve tutuklanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun ekibi tarafından Özgür Özel lehine bir sonuç elde etmek amacıyla “çıkar ilişkileri üzerinden şekillendirildiği” iddiaları yer alıyor. Ancak bu tartışmalar, sanki bir hükümet komplosu gibi, iktidar ve muhalefet ilişkisi bağlamında ele alınıyor.
Bir siyasi partinin kendi iç seçim süreçlerinin meşruiyeti, delegelerin iradelerinin serbestçe ifade edilebilmesine bağlıdır.
Ancak delege listelerinin hazırlanmasından salon organizasyonuna, seçime katılacak delegelere yönelik baskılardan çıkar vaadlerine kadar birçok alanda usulsüzlük iddiaları gündeme gelmiş durumda. Bu duruma, yargı mekanizması tarafından gerçekliğin ortaya konulması beklense de, ana muhalefet partisinin kongresinin bu tür iddialarla anılması, kurumsal itibarını ve siyasal meşruiyetini zedeler. Bu tür tartışmalar, tabanı ve seçmeni daha da rencide edecektir.
Burada kritik bir nokta, meselenin “dışarıdaki siyasi rakiplerce ortaya atılan ithamlar” değil, CHP’nin kendi içinden yükselen adalet ve hesap verebilirlik talepleridir. Bu durum, siyasi hesaplaşmalardan öte bir iç hesaplaşma ve arayışın işareti olarak değerlendirilebilir.
O süreçte dikkat çeken bir diğer gelişme, partinin eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik sosyal medyada ve bazı iç çevrelerdeki organize saldırılardır. 13 yıl boyunca genel başkanlık yapmış bir siyasetçiye yönelik ağır ifadeler içeren bu linç girişimleri, sadece parti içindeki saygı zeminini değil, Türkiye’nin siyasi kültürünü de olumsuz etkilemektedir.
Hiçbir siyasi tartışma, insan onurunu aşağılamayı meşrulaştıramaz. Demokratik toplumlarda eski ve yeni liderler eleştirilebilir, hesap sorulabilir; ancak hakaret ve linç kültürünün siyaseti esir almasına göz yummak, daha büyük yaralar açar. Bu süreçte sessiz kalmamak, hem insani hem siyasi bir zorunluluktur.
Bu gelişmeler, muhalefetin içinde çeşitli sonuçlar doğurabilir. Yargı sürecinin derinlemesine ilerlemesi durumunda, iddiaların ciddiyet kazanması halinde mevcut yönetimin meşruiyeti tartışma konusu olacaktır. Ayrıca, mevcut yönetim, önceki yönetimi tanımayacağını ilan etmesi durumunda, CHP’nin içindeki ideolojik ve jenerasyonel çatlaklar daha fazla görünür hale gelebilir.
CHP’nin böyle iddialarla gündemde kalması, geniş muhalefet bloku açısından güvenilirlik sorununa yol açabilir. Ekonomi, dış politika ve toplumsal sorunlar karşısında muhalefetten alternatifler beklenirken, iç tartışmalarla anılan, yolsuzluk ve yozlaşması ortaya konan, hukuk devletine saygı duymayan bir muhalefetin iktidar alternatifi olabilmesi oldukça zayıf bir ihtimaldir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik kaynak kullanımına dair iddialar, yerel yönetim etiği açısından da olumsuz sonuçlar doğurabilir. Bu iddiaların yargıda doğrulanması durumunda, hayali tanıklar ve resmi belgelerin gerçekleri gün yüzüne çıkarmasıyla CHP’nin elindeki belediyelerdeki yönetim biçimi daha fazla sorgulanacaktır.
Bu sürecin Türkiye’de siyasetin nasıl ilerlemesi gerektiğine dair önemli bir test olduğu unutulmamalıdır. Yargının bu iddiaları en kısa sürede ve en şeffaf biçimde aydınlatması, siyasi tartışmaların spekülasyonlardan arındırılması açısından kritik bir öneme sahiptir. Siyasi kurumların, toplumun gözündeki meşruiyetini yalnızca şeffaflık ve hesap verebilirlikle koruyabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.
CHP’nin bu yaşadıklarını iktidara mal etmekte yerine gerçekçi bir değerlendirme yaparak iç iktidar hırslarının getirdiği çürümeyi fark etmesi ve bu yoldan bir an önce dönmesi gerekmektedir. Belki uzun zamandır iktidar özlemi çeken kitlelerinde gerçeği perdeleyen bir retorik kullanarak dağılma olmaması için belirli bir başarıya ulaşabilir. Ancak ülkenin geniş seçmen tabanında olup bitenleri kendi anlatısıyla ikna edememektedir.
Kendilerini iç kavgalarından, yolsuzluk ve yozlaşma batağından kurtardıklarında, söylediklerinin inandırıcılığını ve yaptıklarının nasıl karşılandığını daha iyi görebileceklerdir.
Bu yaşanan gelişmeler, muhalefetin iktidarı eleştirme hakkını ortadan kaldırmaz. Ancak kendi içindeki demokrasi ve şeffaflığı sağlamadan, daha büyük konularda güven tesis edemeyeceğini de göstermektedir. Bu süreçte linç kültürü değil, eleştiri kültürünün güçlendirilmesi öncelikli olmalıdır.
Türkiye’nin demokratik geleceği, sadece sandık sonuçlarına değil, aynı zamanda sandığa giden yolun nasıl yüründüğüne de bağlıdır. Bu nedenle mesele, sadece bir partinin iç sorunu değil, Türkiye’nin demokratik olgunluğu açısından da bir sınav niteliğindedir.